Bugün, 20 Nisan 2024 Cumartesi

Mehmet Ali AYDIN


KIRK BEŞ GÜNLÜKLER

KIRK BEŞ GÜNLÜKLER



Yaşı ellinin altında olanlar hatırlamayabilirler ama 70 li yıllar ülkemizin kâbus dolu yıllarıydı. O dönem ülkemizin karışması için uğraşan yabancı ideolojiler ve bu ideolojinin savunucusu devletlerin sanki savaş alanıydı. Güzel ülkemin güzel insanı ve özellikle gençleri kamplara bölünmüş ve sonu izimle biten farklı fikir cereyanlarının etkisi altın da kalmıştı.
O dönemde kimimiz sağcı, kimimiz solcu, kimimiz milliyetçi, kimimiz komünist, kimimiz faşist, kimimiz Maocu, kimimiz Leninci gibi çeşit, çeşit gruplara bölünmüş ve her grup kendi adına vatan kurtarmaya soyunmuştu. Kimine Rus uşağı, kimine Amerikan uşağı diyor ve birbirleri ile savaş yapıyordu. Maksat vatan kurtarmaktı ama hiçbirimiz kimin adına kurtardığımızın farkında değildik.
İnsanların farklı fikirleri olabilir, olmalıdır. Fakat fikirlerimizi başkalarına zorla kabul ettirmeye, bunun içinde kaba kuvvet kullanmaya kimsenin hakkı olmamalı. O günlerde bunun hiçbir karşılığı yoktu. Bizden olmayan herkes düşmandı. Bu dönemde ne yazık ki yüzlerce insanımız ne hak yere hayatının baharında öbür tarafa göçtü.
O dönemler bizim lise ve üniversite yıllarımıza denk gelmiş ve o acı yılları bizde yaşamış ve olanlardan nasibimizi almıştık. O zamanlarda okullar bazı grupların hâkimiyeti altında idi. Hangi lise, hangi üniversite veya fakülte kimlerin elinde belli idi. Eğer siz onlardan değilseniz o okullarda okuma şansınız ne yazık ki yoktu.
1974 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilimler Bölümünü kazandığımda okul solcuların kalesi ve aynı zamanda kamuoyunda berbat bir imajı vardı. Hatta okulun ana binası kubbeli olduğu için, söylemekte ar ediyorum adı “Kubbeli Kerhane”ye çıkmıştı. Burada bizim o yıllar okul hayatımız ayrı bir kitap konusu ve sayfalarla anlatılmaz ve ayrı bir yazı konusu.
O dönemde okulların özellikle öğretmen yetiştiren fakülte ve yüksekokulların sağcıların (ülkücülerin) hâkimiyetinde olması nedeniyle sol görüşlü öğrenciler okulları terk etmek durumunda kalmışlardı. Bu arada kimsenin işine karışmayan ve militan olmayan öğrenciler görüşleri ne olursa olsun okullarına devam etmişlerdir.
İşte bu okullarına devam edemeyen öğrenciler Bülent Ecevit’in 1978 sonu kurmuş olduğu Güneş Motel hükümeti zamanında affedildi ve okullarına döndüler. Bu öğrenciler 45 (Yazıyla kırk beş) gün eğitim alarak, okullarını bitirdiler. Yani kırk beş günde Üniversite, fakülte ve yüksekokul mezunu oldular. Bitirenlerin hemen ataması yapıldı. Hemen hepsi mağdur oldukları gerekçesi ile hepsi devlet kadrolarına yerleştirildi. Hadi kırk beş günde memur olunur ama ya nasıl öğretmen olunur?
Okullara kısa dönem askerlik gibi kısa dönem mezunları, öğretmen olarak atandılar. Bizler en az 3-4 yıl okul kahrı çekip yeterli formasyonu alarak, o günün zor şartları altında her gün ölüm korkusu ile okullarımızı biterek öğretmen olduk, ama birileri aynı işi kırk beş günde yaptılar. Burada şunu söylemek gerekirse o öğrencilerin bir suçu yok. Kendilerine tanınan bir haktan yararlandılar. Fakat onlara o hakkı verenler bunun sonuçları ne olur diye hiç düşünmediler. Onlar birkaç oy fazla alırım düşüncesiyle öğretmenlik mesleğinin saygınlığını tükettiler. Kendilerine okuma hakkı verilsin ve kaldıkları yerden kalan süreyi tamamlasınlar. Buna kimse itiraz edemez. Ama kırk beş gün nedir ki?
1980 yılı başlarında Seben Lisesi’nde adam yokluğunda Baş Muavinlik görevi de bana kalmıştı. Ders programları, maddi işler, personel ve disiplin işleri de benim uhdemde idi. Okulumuzda da bu kırk beş günlük öğretmenlerden birkaç öğretmenimiz vardı. Belki resim, müzik, beden eğitimi, bir yere kadar sözel dersleri becerilerinizle yapabilir, çalışarak zamanla eksiklerinizi giderebilirsiniz.
Peki, branşınız matematik, fizik, kimya, biyoloji ve fen bilgisi ise bunu nasıl yapacaksınız. İşte bu öğretmenlerden birisi Matematik öğretmeni Salih Bey idi. Ders programı yaparken idareci olarak öğretmenlerinizi, yeteneklerini, kapasitelerini ve becerilerini iyi bilmek ve program yaparken buna dikkat etmeniz gerekir. O zaman da ve daha sonra yıllar süren idareciliğimde de bu hususa özellikle dikkat etmeye özen gösterdim. Emin olmadığım hiçbir öğretmeni zaruret olmadıkça başarılı sınıflara vermedim. Bu konuda bazen öğretmen arkadaşlarım serzenişte bulunsalar bile.
Ders programı yaparken Salih Bey’in durumunu bildiğin için ona göre sınıfları verdim. O sınıflardan biri de lise 2. Sınıf Edebiyat şubesi idi. Onlara üniversite sınavlarında matematik pek gerekmiyor diye, haftada iki saat olan matematik dersini Salih Bey’e verdim. Gerisini orta kısımdan. Aradan çok zaman geçmeden o sınıftan öğrencilerin neredeyse tamamı odama gelip salih beyden şikâyet etmeye başladılar.
Öğrenciler: “Hocamız tahtaya bir konu yazıyor, ama anlattığı konu başka. Örneğin fonksiyonlar konusu işliyoruz değil mi? Ama hocamız bize Trigonometriyi anlatıyor ama onu da yanlış anlatıyor ve bunu her ders yapıyor.” Dediler.
Salih hocayı çağırdım, kendisine durumu anlattım ve durumun böyle devam edemeyeceğin, öğrencilerin kendisine saygısı kalmayacağı ve bu görevi böyle sürdüremeyeceğini anlattım. Önünde uzun yılar olduğunu ve bu mesleği yapacaksa kendisini yetiştirmesi gerektiğini anlattım. Bu konuda da kendisine yardımcı olabileceğimi, okuldaki tecrübeli arkadaşlardan yardım alması gerektiğini söyledim.
Salih hoca da bana; hocam siz bana matematik, geometri değil de resim, müzik ve beden eğitimi dersleri veremez misiniz demesin mi? Ben de kendisine her şeyden önce branşı olan dersten en az maaş karşılığı ders alması gerektiğini hatırlattım ve bunun mümkün olmadığını söyledim.
Ne yazık ki, Salih hocanın bir suçu yoktu. Onu kır beş günde öğretmen yapan sistemin ve siyasilerin suçuydu. Fakat acısını çeken o öğretmenler ve onların öğrencileri oldu.
Allah’tan Salih hoca nişanlandı ve eş durumundan tayinini istedi gitti, biz belki kurtulduk ama ya yeni öğrencileri ve onun gibi yetişen öğretmenlerin milyonlarca öğrencileri ne oldu dersiniz?