Saatime baktım, mesai bitti, bitecek. Çantamı omuzuma asıp yarı uykulu halde kendimi dışarı attım. Odama gelen yabancının bakışları zihnimden çıkmıyordu bir türlü. Demek ki fazlasıyla tesirinde kalmışım. Yaşının 45’lerde olduğunu tahmin ediyordum. Saçmalıyorum galiba; zararı yok, insan bazen saçmalayan bir mahluktur. Bak sen şu feleğin işine! Bir yabancıya takılacağım aklımın ucundan bile geçmedi şu dakikaya kadar. Evime zor attım kendimi. Başıma 50 kiloluk bir ağırlık binivermişi sanki. Ağrı olsaydı, anlardım elbet.
Akşam yemeği hazırlamak için mutfağa girdim; girmemle çıkmam bir oldu. İştah sıfır. Nereden çıktı karşıma elin Avrupalısı? Anladım ki, ben gönlümü kaptırmışım. Hay aksi şeytan… tövbe,tövbe!
Televizyonu açtım. Ekranda yabancı bir macera filmi. Ev telefonu çaldı; açmak için bir, iki adım attım, “aman sende” diye mırıldana mırıldana vaz geçtim. Yığıldım koltuğa , gözlerim cam ekranda; filmin baş rol oyuncusu, bu gün odama gelen adamın kopyası idi , hayır abartmıyorum katiyyen; uzun boylu, kaslı, omuzları geniş, gözleri gök mavisi ve irice, şahin bakışlı, saçı kumrala yakın… Zihnim bana oyun mu oynuyordu yoksa?! Hayalle gerçek içi içe girmiş olmalıydı zihnimde. Buna eski dilde ‘yakaza’ denirmiş, din hocamın anlattığına göre. Hislerimin emrindeydim ayan beyan. Düğmeye basıp ekranı kararttım. Kanepeye sırt üstü boylu boyunca uzandım. Gözlerimi kapattım, yeşil ördek misali daldım düşler gölüne. Hayal kurmaktan ziyadesiyle keyif almaktaydım. Uyandığımda sabah olmuştu. Telaşla saate göz attım, mesaiye yetişememe riski yoktu. Ben sevinmeyeyim de kim sevinsin şimdileyin, şu dakkada!
Basit bir kahvaltı ve ardından yarım saat sonra işimin başındayım. Karşılaştığım mesai arkadaşlarımın bakışlarından, genel görünümümün eksilere düştüğünün farkındaydım. Ardı ardına muhatap olduğum sözlerden bir kaçı şöyle idi:
“Yoncacığım, geçmiş olsun!”
“Nen var şekerim? uyumamışsın belli ki.”
“Hastaysan doktora gitmelisin, değilsen izin alıp kafanı dinlemelisin.”
Susmamın en doğru cevap olduğunu düşünürken, Müdür Bey dış kapıdan göründü. Herkes gibi ben de günaydınlaştım. Fakat dış görünüşüm, Müdür Bey’in dikkatini çekmiş olmalı idi ki, çeyrek saat sonra odasında olmamı tembihledi. Hem endişelendim, hem memnun kaldım. İlkinin sebebi, beni sorguya çekeceğini düşünmem; diğerinin sebebi samimi olarak beni dinleyeceğine dair kanaatim.
09.25’de Müdür Bey’e çıktım. Tekrardan selamlaştık. Nazik bir dille, “oturabilirsin Yonca Hanım!” dedi. Bu bir nezaketten çok, emir kipinde bir cümleydi. İtiraf edeyim ki, gergindim, hem de en ileri düzeyde. Günlerdir içimdeki ben’imle cebelleşmekteydim zira. Müdür Bey, ne de olsa çeyrek asırdan beri yöneticilik yapmaktaydı. Tecrübe,
vicdan eşliğinde en mütekamil öğretmendir, hakimdir, doktordur. Buna dair en güzel numune, bizim Müdür Bey bence. O nedenle dakikalar içinde gevşeye gevşeye iyice rahatlamıştım. Lafı eğip bükmeden ciddi bir problemin olduğunu düşündüğünü; binaenaleyh talep etsem de, etmesem de, yıllık izinden düşme yapmaksızın bir hafta kadar mesaiden muaf olduğumu söyledi. “Teşekkür ederim efendim, bu jestinizi unutmayacağım’ deyip makamdan çıktım.
Bankadan dışarı adımımı atmak üzere idim ki, Yabancı Adam ile burun buruna gelmeyeyim mi?. Şok üstüne şok… Rüya mı, hakikat mi; bir halüsinasyon mu yoksa, ayrıştıramıyorum bir türlü. Bu halim, hepi-topu on beş saniyeyi geçmedi. Kendime çeki düzen verirken, İngilizce:”Hoş geldiniz” diyerek elimi uzattığımda içten bir karşılık verdi: “Teşekkür ederim, nasılsınız bayan?” diye sordu; “ İyiyim, ya siz?” dedi. Gözleri gözlerimde; tabii bir gülümseme ile “iyiyim” diye karşılık verdi.
Bankanın önünde münasip bir yere çekildik. Dilim tutulmuş gibiydi. Muhatabım çok zeki olmalıydı ki, hiç yeri ve hatta gereği olmamasına rağmen işlerinden ve yaptığı seyahatlerden seçmeler yaparak anlatıyor, anlatıyordu… apansız bir soru sordu: “Bu günlük izin alabilir misiniz?” İkinci bir şok dalgası daha…Nedenini sorduğumda, öğle yemeğinde birlikte olmayı arzu etiğini söyledi ki, saniyesinde içimi bir titreme aldı. Neler oluyordu? Sağlıklı düşünemiyordum. Sanki nezaket icabıymış gibi, ‘olabilir” diye fısıldadım. Halbuki, içim içime sığmıyordu.
Yemekteyiz. Ne ki rahat değildim, suçluluk duygusu beni yeyip bitiriyordu. Bazı durumlar olur ki, hani, insan otokontrolünü bir türlü sağlayamaz ya… Özet olarak ben şimdi, tamı tamına o hali yaşamaktaydım. Gözlerine bakmak için can atıyorum, ne ki cesaretimi toplayamıyordum bir türlü, yok işte, olmayınca olmuyor. Önce ismini sordum. “Kari” dedi. ” Benimki de Yonca. Memnun oldum” dedim.
Ülkesi Hollanda imiş. Birazcık ailesinden bahsetmesini rica ettim. Tek başına yaşadığını söyleyince, havalara zıplamamak için kendimi sıktıkça sıktım. Her yerime kramp girmiş gibi ıstırap çekiyordum. Kari, ne halde olduğumu çok net görmekle beraber, her halde bir Türk bayanı olmam hasebiyle görmezden geliyordu. Ve spot sorunun muhatabı oldum : “ Evli misiniz?” .Başımla “değilim” cevabını verdiğimde, Anadolu tabiri ile gülleri açıldı yaprak yaprak.
(Devamı gelecek sayıda)