En büyük eşkıya yaptığı soygunu kitabına uyduran eşkıyadır. 150-200 bin lira maaş alıp aklı sıra fakir edebiyatı yapıp fakirlerin hakkını savunacak komikliği yapanlardır. Fakir fukaranın hakkını yiyip sömüren sonra da onlardan yana gözükenden daha büyük eşkıya kim olabilir. ( M. Ali Aydın)
Yaşlı adamın ölüm günü yaklaşmıştı, bunu hissediyordu. Hasta yatağına düşer düşmez, dünyalık tek varlığı kabul ettiği oğlunu yanına çağırdı:
"Oğlum...
Yatağın altında içi altın dolu iki tane kese var. Bunlardan biri senindir. Al, güzel güzel harca, helaldir. Diğerini ise, vasiyetimdir; nasıl yapıp edersen et, memleketin en büyük eşkıyasını bul ve ona hediye et... Sebebini sorma, vasiyetim böyledir."
Hasta baba bunları söyledikten bir kaç gün sonra ruhunu teslim etti.
Genç oğul, cenaze töreni ve matem günlerinin ardından, artık babasının vasiyetini yerine getirmesi gerektiğini düşünüp, her iki altın kesesini yanına aldı ve memleketin en büyük eşkıyasını bulmak için yola çıktı.
Memleketin en büyük eşkıyası kimdi? Bu konuda bir çok fikri vardı ve çok kolay olduğunu sanıyor ve hemen bulacağını sanıyordu. Fakat, nereye gitse, hangi eşkıyayı sorsa, ondan daha da namlısı, kanlısı, belalısı olduğunu öğrendi ve böylece aylarca ülkeyi dolaştı.
Kime sorsa, verilen cevaplar benzer şekilde boşunaydı:
"Evet, bizim eşkıya yirmi kişiyi öldürmüş, yüzden fazla kızı dağa kaldırmıştır ama duyduk ki falanca yerdeki eşkıyanın öldürdüğü adamların sayısı saymakla bitmezmiş."
Neredeyse her yerde aynı cevap ezber edilmişti.
Genç oğul, bir seneye yakın dolaştı. Kimi buldu ise sordu ve dinledi... Nihayet sora sora, ülkenin yol vermez dağlarla çevrili bir köşesinde öyle bir eşkıyanın adını işitti ki; Allah böylelerinin şerrinden herkesi emin eylesin, anlatılanlara göre, keyfine göre adam asıp sallandırır, güçlü, heybetli, gözünü budaktan sakınmaz, padişahı bile tanımaz öyle biriymiş ki, köylüler korkularından ismini bile fısıldayarak söylerlermiş. Hükmettiği dağların yamaçları onun öldürdüğü insanların cesetleriyle doluymuş. Nice genç kız, sevdiğine kavuşamadan onun adamları tarafından tenhalara çekilmiş, nice serveti olduğunu söyleyen onlarca insan onun olduğu yerde ortadan kaybolmuş.
Yedi dağın eşkıyası diye bilinen bu adamın hikayelerini dinledikçe, bizim çocuk nihayet "artık bundan daha canavarı olamaz" deyip, eşkıyanın yaşadığı en büyük dağa doğru yola çıktı...
Hava deseniz soğuk, kış ortası, rüzgar adeta insanın ciğerlerine işliyordu. Dağa varıp da bata çıka yolu hemen hemen yarıladığında, eşkıyanın adamları karşısına çıktı. Genç oğlu esir aldılar.
"Tek başına bu dağda ne gezersin bre ahmak" dediler..
"Ağanıza bir hediye getirdim, silahsızım, zaten size güç yetiremem."
Zor da olsa eşkıyanın adamları sonunda ikna oldu. Genci, yedi dağın eşkıyasının karşısına çıkardılar.
Eşkıya hakikaten dedikleri kadar vardı. Genç oğul, eşkıyanın heybetini, kurşunla dolu fişeklerini, iri cüssesini görünce yaprak gibi titremeye başlasa da, babasının vasiyetini aklına getirip kendisini toparladı. Yedi dağın eşkıyası gürler gibi konuşmuştu:
"Be hey tıfıl, kimden cesaret aldın da benim dağımda destursuz gezersin? Kurda kuşa yem olmadan önce anlat bakalım burada ne aradığını."
Genç oğul, cesaretini toplayıp, babasının hikayesini ve vasiyetini anlattı. Sözü bitince, koynundan kesenin birini çıkarıp yedi dağın eşkıyasına uzattı:
"Ağam, babamın bana vasiyeti ve emaneti altın kesesi işte budur. Sizin hakkınızdır. Bunu size vermezsem babam mezarında rahat yatmaz, lütfen kabul edin."
O vahşi, o namlı eşkıyanın yüzünde nasıl olduysa babacan bir ifade belirdi:
"Sevdim seni be genç adam. Safsın, temizsin, belli ki daha dünyadan haberin yoktur. Evet benim namım bu dağları sarmıştır, lakin memlekette benden büyük bir eşkıya daha bulunur. Biz eşkıya da olsak, hak etmediğimiz mala el sürmeyiz."
"Etmeyin ağam, sizi bulmak için bir senedir dolaşıyorum. Alın bu keseyi beni bu yükten kurtarın."
Ağa, elini kaldırıp, gencin sözünü kesti.
"Sen şimdi geldiğin yoldan dön, kasabayı geç, şehre var. Gidip oradaki kadı efendiyi bul. İşte memleketin en büyük eşkıyası odur. Selamımı şöyle, bu keseyi ona ver. Hiç şüphem yok kesinlikle bu keseyi alır." Yedi dağın eşkıyası sonra adamlarına işaret etmiş. "Bu yiğidi, başına bir iş gelmeden düze indirin, şehir yolunda bırakın."
Böylece bir süre sonra genç oğul şehre varmıştı... Sorunca hemen kadı efendinin yerini gösterdiler. Görkemlice bir konaktı. Vardı kadı efendinin huzuruna çıktı. Güzelce selamlayıp, başından geçenlerin hepsini bir bir anlattı...
"İşte böyle kadı efendi. Bir kese altın benim diğeri de sizin... Bu diğer keseyi hak edenin siz olduğu söylendi. Ben de eğer kabul ederseniz size takdime geldim."
Kadı efendi zemberekten boşalır gibi yerinden fırladı. Çok kızmıştı:
"Vay ahlaksız, müfteri eşkıya... Hakkımızda neler demiş. Be hey Allah'tan korkmaz kul, sen ne yüzle bana haram para teklif edersin? Şimdi yatırayım mı seni kırbaç altına? Yoksa senin kelleni mi aldırayım? Memleketin adaletiyle meşhur kadısına böyle teklif mi yapılır?"
Genç oğul, yaptığı hadsizlikten utanmıştı, korkudan ağlamaya başladı:
"Efendim, affedin, ben de anlatılanlara uydum. Aylardır evimden uzağım, artık gezmekten usandım, yoruldum. Hani şöyle kitaba bir baksanız da bu işin bir hal yolunu bulsanız. Hem siz faydalanmış olursunuz, belki bir fakire sadaka edersiniz, hem de benim derdime çare bulsanız."
Kadı efendi, gencin doğru söylediğini düşünmüş olmalı ki, kara kaplı kitabı açıp sakalını sıvazlayarak düşünmeye başladı.
"Şimdi, bir din ve devlet temsilcisinin böyle açıktan para kabul etmesi hem yüce kanunlara ve hem şeriate ve hem de Allah rızasına münasip olmayıp, alan da veren de bu alemde ve mahşerde suçlu durumuna düşer. Lakin, eğer aramızda bir ticari akit tanzim eder ve sen bana bu bir kese altını bir alışveriş neticesinde takdim eyler isen, ben de bunu senden bir hizmet karşılığı alır isem, şeriate göre caiz olup başkaca bir işlem yapılması gerekmez. Yani, kısacası, ben bu altınlar karşılığı sana bir şey satacağım."
Genç oğul mesele hallediliyor diye sevinmişti.
"Nasıl münasip görürseniz, ne satacaksınız hazırım efendim?"
Kadı efendi, elini uzatıp pencereden dışarıyı gösterdi.
"Bak bu dışarıdaki bahçe ve civarındaki cümle arazi bana aittir. Şimdi, ne görüyorsun bu arazinin üzerinde?"
"Kar görüyorum, bembeyaz, her yeri bembeyaz kar kaplamış."
"Pek güzel, işte ben bu arazideki karları sana satacağım, sen de bir kese altın karşılığı aldığını beyan eden bir belge imzalayacaksın, böylece alışveriş tamam olacak."
Altınlardan bir an önce kurtulmak isteyen genç oğul,
"Efendim aklınızla yaşayın" deyip teklifi kabul etti.
Hemen bir sözleşme, akit düzenlediler. İmzaları attılar.
Altın kesesini kadı efendiye teslim eden genç oğul, huzur içinde oradan ayrıldı... Akşam olmak üzereydi. Çok da yorulmuştu. Bu vasiyet meselesi halledilmişti ya, gerisinin önemi yoktu. Memlekete gitmek için yola çıkmadan önce bir handa geceleyip hem karnını doyurmayı hem de biraz dinlenmeyi düşündü. Hem çok da uykusu vardı.
Handa uyurken, sabaha karşı kadının emri ile geldiğini söyleyen bazı zabtiyeler kapıyı yumruklamaya başlamıştı.
"Kalk çabuk, kadı efendi seni görmek ister, davası varmış."
Genç oğul, "ne davası ola ki?" dediyse de, zaptiyeler dinlemedi ve götürüp yaka paça kadının huzuruna çıkardılar. Kadı efendi hiddet içindeydi... Sinirinden sakalı titremekte, gözleri kıpkırmızı olmuş, bakışları insanı delecek gibi bakıyordu Tam "selamın aleyküm" diyecekti ki, kadı efendi bağırdı:
"Be hey utanmaz, arlanmaz, edepsiz eşkıya kılıklı işgalci. Bre biz seninle dün akşam arazimdeki karları satın aldığına dair sözleşme imzalamadık mı?"
"İmzaladık efendim, ben de karşılığını size takdim ettim."
"Suuus... Bak bakayım dışarıya, ne var arazimin üzerinde?"
"Ne olacak, kar var .. Tıpkı dünkü gibi."
"Suuus... Melun hala konuşuyorsun... Dün sen bu karları benden satın almadın mı? O halde senin karların ne hakla benim arazimi işgal ederler? Şimdi bu işgal kanun dairesine ve de hak rızasına uygun mudur? Derhal kaldır o karları benim arazimden, yoksa, vallahi acımam, seni işgalcilikten hapse attırırım."
"Aman efendim, dönümler dolusu karı ben nasıl kaldırayım? Gücüm yetmez, nasıl yapayım?"
"Onu, arazimi işgal etmeden önce düşünecektin. Vallahi yapacağım gereğini. Zaptiyeler, vurun bu çocuğu zincire..."
Genç oğul ağlamaya başlamıştı, yine yalvardı.
"Efendim, ocağınıza düştüm, yok mudur bu işin de kitaba uygun bir hal yolu?"
Kadı, kara kaplı kitabı tekrar tekrar açtı, bir müddet mırıldanarak okuduktan sonra yine sakalını sıvazladı.
"Vardır elbet. Allah'ın çözüm yaratmadığı mesele mi ola? Şimdi arazi sahibi ve davacı olan ben ile davalı sıfatı ile sen arasında, arazimi işgal bedeli karşılığında, benim de rızam ile bir kese altın karşılığı işbu karları burada tutmaya iznim olduğunu belirtir bir sözleşme imzalarsak, bu husus şeriate ve nizama uygun bir şekilde halle kavuşur. Şimdi sen bana, sana miras kalan öbür kese altını da işgaliye bedeli olarak vereceksin."
Genç oğul, öbür kese altını da verdi. Hazırlanan sözleşmeyi imzaladı. Konaktan çıktı. Dışarıda ne güzel temiz hava vardı. Dağlara bakıp konuştu:
"Hey gidi yedi dağın eşkıyası hey... Sen haklıymışsın. Hem de çok haklıymışsın. Daha büyük eşkıyalar da varmış. Senin açık açık yaptığın eşkıyalık, bunların kanunla yaptığı eşkıyalığın yanında nedir ki."
Not:
Kaynağını bulamadığım, bir çok kişinin paylaştığı bir hikayedir. Bulabildiğim en eski kaynakta, 1982 yılı bir gazete köşesinde ve anonim olarak yazılmıştır.