Vaktiyle çok meşhur bir tabip yaşarmış. Halk arasında kendisine “zamanın İbn-i Sinası  denilirmiş. Öyle ki, dönemin padişahı dahi bir rahatsızlık geçirdiğinde doğrudan bu hekime başvururmuş.
Günlerden bir gün, saraydan hekimin evine bir takım kıymetli eşyalar, cins bir at ve yüklü miktarda para gönderilmiş. Hekimin oğlu, eve gelen bu hediyeleri görünce şaşkınlıkla sormuş:
— Baba, nedir bu nimetlerin hikmeti? Padişah senden ne gördü ki bu kadar değerli hediyeler gönderdi?
Hekim tebessüm ederek cevap vermiş:
— Oğlum, senden gizleyecek değilim ya… Geçenlerde saraya çağrıldım. Padişah biraz keyifsizdi. Has odada badem kabukları gördüm. Ardından padişahın idrarına baktım, nabzını tuttum ve dedim ki: “Devletlu sultanım, siz badem yemişsiniz. Bademin hazmı zordur, sizi rahatsız etmiş.” Tahminim tutunca padişah bunu tıptaki ustalığıma ve hekimlikteki derinliğime yordu. Bu hediyeleri de memnuniyetinin bir nişanesi olarak gönderdi.
Oğlu heyecanla:
— Babacığım, ne olur müsaade et de bir dahaki sefere ben gideyim padişaha. Senin adına özür beyan ederim, kendimi tanıtırım. Hem sen de her çağrıldığında gitmemiş olursun; kıymetin artar, dedi.
Hekim, nasıl olduysa bu teklifi kabul etmiş. Ve nitekim bir süre sonra padişah tekrar rahatsızlanmış, tabip yine saraya çağrılmış. Bu kez hekim yerine oğlu gitmiş.
Genç adam, babasından öğrendiği gibi padişahın nabzını tutmuş, idrarına bakmış ve demiş ki:
— Sultânım, eşek eti yemişsiniz. O size dokunmuş. Eşek eti ağırdır, zarar verir.
Padişah öfkeyle kükremiş:
— Bre densiz! Ben eşek eti yer miyim? Aklı başında bir insan buna ihtimal verir mi? Atın bunu dışarı!
Muhafızlar, genci döve döve dışarı atmışlar. Perişan halde eve dönen oğlunu gören baba sormuş:
— Evladım, ne oldu sana?
Çocuk mahcup bir şekilde cevap vermiş:
— Babacığım, senin usulünü uyguladım. Sarayın kapısında bir eşek palanı gördüm. Dedim ki, herhalde bu eşeği padişaha yedirdiler. Nabzına bakarken de bunu söyledim. Fakat padişah çok sinirlendi ve beni dövdürerek dışarı attırdı.
Baba oğlunun yaptıkları karşısında şu ibret dolu sözü eklemiş: “Gerçi âlemde çoktur câhil,
Cehlini bilmemek durur müşkil…”
Bugün bilgi çağında yaşıyoruz ama hikmet suskun. Konuşan çok, bilen az. Herkes fikrini söylüyor ama çok azı o fikrin altını doldurabiliyor. Her yorum kıymetliymiş gibi sunuluyor; oysa çoğu, ilmin süzgecinden geçmeden hükme dönüşüyor.
Oysa bilmek başka, anlamak başkadır. Görmek bir şeydir, idrak etmek başka. Nice göz vardır ki sadece bakar ama göremez. Nice zihin vardır ki bilgiyle doludur ama derinlikten habersizdir.
Asıl felaket işte burada başlar: Cehaletle konuşmak değil; cehaleti bilmeden, bilge gibi söz söylemek. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyurur: “Müminin ferâsetinden sakının, çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.”
(Tirmizî, Tefsîr 15) Ama bu nur, her kalpte yanmaz. Ferâset, sadece sezgi değil; tevazu ile beslenen, gözlemle pişen, hikmetle yoğrulan bir bakış biçimidir. Sadece bilgiyle değil; dikkatle, edeble ve sabırla yoğrulur.
Bademi herkes görebilir, ama onun hastalık sebebi olduğunu anlayabilmek basit bir gözlem değil; yılların getirdiği bir dirayettir. Saray kapısındaki eşek palanını görmek basit bir göz gezdirmektir; onu padişahın midesine yakıştırmak ise cehaletin kendini ferâset sanmasıdır.
Bugün, sustuğu için mahcup olan; ama konuştuğunda gerçek anlamı inşa edebilen insanlara ihtiyaç var. Herkes her şey hakkında konuşuyor, ama çoğunun cümlesinde fikir değil, sadece yankı var. Bilgi değil, hikmet eksik . Ses değil, mana yoksunluğu çağındayız.
Bu kıssa da tam bunu söylüyor bize: Ferâset, hazır cevap olmak değil;
Doğru vakitte, doğru yerde, doğru sözü söyleyebilmektir. Taklit, bilgiye benzeyebilir; ama hikmeti asla taklit edemez. Bilgi ezberlenir, hikmet ise ancak yaşanır. Babayı bilge kılan şey, gördüğünü doğru okuyabilmesi, sezgisini sözle buluşturabilmesidir. Oğlu ise aynı yöntemi uygulamış ama özünü kaçırmıştır. Çünkü ferâset, kalbin ilmidir; şekille değil, niyetle işler.  Son Söz: “Gerçi âlemde çoktur câhil,
Cehlini bilmemek durur müşkil.” Cehalet bir eksikliktir ama fark edildiğinde telafi edilebilir. Fakat cehaletini bilmeyen, üstelik bunu hikmet sanıp başkalarına rehberlik etmeye kalkarsa; işte o zaman toplum sapar, ferâset susturulur, hezeyan alkışlanır.
Dua edelim: Rabbim! Bizi hikmetle bakanlardan, ferâsetle konuşanlardan, sustuğunda bile kalpten öğretenlerden eylemesi niyazımla..