Kemal MENCELOĞLU

Tarih: 23.01.2025 10:11

GERÇEKLER ORTAYA ÇIKMALI

Facebook Twitter Linked-in

 

Şu bilinen bir hakikattir. Tarihi millet yapar şairler ve yazarlar da kayıtlara geçer. Tarihi tarif ederken kitaplarımız; “ Geçmişte yaşanan olayları zaman ve mekan belirterek objektif olarak araştırıp gelecek nesillere aktaran ilim dalıdır. “ der. 

Çanakkale’de iki yüz elli bin şehit, bir o kadar düşman ölüsü ve bir o kadar da gazi ve kayıplarımız var. Ölüm kalım mücadelesi. 

Ancak bunu en iyi bize anlatan:”

Şu Boğaz harbi nedir, var mı ki dünyada eşi,  En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,  Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya.  Kaç donanmayla sarılmışlar ufacık bir karaya.” diye başlayıp devam eden ve en sonunda:”

Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber, Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.” diyerek bitirdiği “Çanakkale Şehitletine” isimli destanıyla Merhum Akifimiz hafızalara kazımıştır. Onun gibi kimse anlatamamıştır. Çünkü tarihi yapmak kadar yazmak da önemlidir. Gerçek şu ki, bizim tarih yapma da değil de, yazma da sorunumuz olmuştur.

GEÇMİŞTEN GELECEĞE

Tarihte yaptığımız işler ve üstlendiğimiz sorumluluklar nedeniyle çok geniş bir gönül coğrafyasına sahibiz. Onların her birisi bugün ayrı sınırlar ve devletler içinde olsalar da sevinçleri sevincimiz, hüzünleri hüznümüzdür. Biz onları severiz, onlar bizi özler, her zaman üstümüzdedir gözler. Balkanlar, Kafkaslar, Filistin, Ortadoğu, Batı Trakya, Kırım, Yemen, Afrika, Azerbaycan, Bütün Türk Dünyası, Musul-Kerkük...

Anadolu’dan binlerce kilometre uzaklarda yer alan topraklarda  bile bizim bayrağımız, bizim sancağımız sevilir. Çünkü o bayrağın , o sancağın her şeye rağmen ihtiyaç halinde onların derdine çare olacağı bilinir. 

Yemen’den Kırım’a, Bosna’dan Kaşgar’a,Tunus’tan Batum’a, Budin’den Basra’ya kadar çok geniş bir coğrafya tanımış, bilmiş bizi; her yerde kalmış atamın ecdadın izi. 

Doksanlı yılların başında devlet adamlarımız cümleyi şöyle kurarlardı:” Adriyatikten Çin Seddine kadar Türk Dünyası var ve Türkçe konuşarak gidebiliriz.”

Bugün hemde Arabistan tarafından başı belaya giren Yemene koşmuş benim ülkem. Geçmişte bize yaşattıkları acıya, ıstıraba, binlerce hunharca katledilen şehitlerimize rağmen, cehaletlerine saymışız.    “Burası Huştur, yolu yokuştur

Giden gelmiyor, acep ne iştir?

Bura Yemendir, gülü çemendir,

Giden gelmiyor, acep nedendir? “

Türküsünü dinleyip de ağlamayan Türk var mıdır? Anadolu’dan ayrılıp vatan müdafaası diyerek Yemene kadar giden ecdadımız gördüğü ihanetleri, çektiği hasretleri türkülere yansıtmış, feryat ve figanla dile getirmiştir. 

 “Yemenin nakışları, çıkamam yokuşları,

Yârime selam edin, yedi dağın kuşları.”

Diyerek gönüllerindeki yangını anlatmışlardır. Kafkaslar, Azerbaycan deyince;

“Çırpınırdın Karadeniz 

  Bakıp Türk’ün bayrağına,

  Ah ölmeden bir görseydim 

  Düşebilsem toprağına,

  Sırmalar sarsam koluna, 

  İnciler dizsem yoluna,

  Fırtınalar dursun yana 

  Yol ver Türk’ün bayrağına..”  mısraları dudaktan değil, gönül pınarından dökülmüştür. 

GÖNÜL COĞRAFYASI BİZİ BEKLER

Balkan Türküleri en acıklı türkülerimizdir. Debreli Hasan’ı, Vardar Ovası kazanamadım başlık parası..ve benzeri türküler hasret duygularını boğazımıza düğümler. 

“Tuna nehri Akman diyor,

Etrafımı yıkmam diyor,

Şanı büyük Osman Paşa,

Plevne’den çıkmam diyor..” destanları bize Avrupa’yı seyahat ettirir. Mazimiz, hatıralarımız, sevdalarımız çok derindir bizim.       

Kosova’da yardım yapan askerlerimiz uzak köşede kalmış bir eve de yardım ulaştırınca bekleyen bir nene;” Oğul biliyordum geleceğinizi, bana da yardım edeceğinizi biliyordum” diye kapıyı açıyorsa bu işte bir hikmet var demektir. 

“Ay yıldıza kurbanım ben, burası sizin “ diyen bir Bosnalı, evinin bir köşesine bayrağımızı asıp, ziyaret eden ilim adamımıza; “ Belki biz göremeyeceğiz ama gün gelecek “ diye söze başlarken; Üsküplü şehit babası  gerekçelerini şöyle sıralıyordu:

1- Sizin bayrağınız dünyanın en güzel bayrağı,

2- Siz gittiğinizden beri bizleri hep eziyorlar,

3- Bir gün geleceksiniz diye bayrağınızı hazırladım, bekliyorum. 

Kamerun’daki adam Allah Resul’ünün sancağı İstanbul’dadır diyorsa, Makedonya Tetova’da mezar taşlarında ay-yıldız bulunuyorsa, Uzak Doğuda hala Abdulhamit Han adına hutbe okunuyorsa, İstanbul bizim başkentimiz diyen insanlar dünyanın her tarafında yaşıyorsa bizim bu konuyu ciddi ciddi düşünmemiz lazım. 

Kerkük’ten gelen hoyratlatı, Türkmeneli Türkülerini yüreğimizin bir köşesi yanarak yanık yürekle dinleriz. 

“Altın hızma Mülayim, seni Haktan dileyim,

Temmuz’da yaz günü, sen terle ben sileyim.”

ağıtı sizde ne gibi duygular çağrıştırıyor? Soydaşlarının, din kardeşlerinin dertlerini dert edilmeyenlerin insanlıkları tartışma konusudur. 

Ne buyurur Sevgili Peygamberimiz: “Müminler bir birini sevmede, acımada ve merhamette bir beden gibidirler ki; o bedende herhangi bir uzuv rahatsız olursa sıtma veya ateşli hastalık gibi bütün vücuda sirayet eder.

Komşusu açken tok yatan bizden değildir. “ gibi onlarca hadisler bize yol göstermelidir. 

Bosna’nın Bilge Kralı Alia İzzet Begoviç:” Savaş ölünce değil düşmana benzeyince kaybedilir.” der, acaba düşmana çok mu benzedik de her şey böyle üstümüze üstümüze geliyor. Bazen diyorum ki,” Keşke duvarların dili, zalimlerin dini olsaydı her şey daha bir başka olurdu. Yaşanan dünya yaşanacak cennete dönerdi. Herkes bir birini severdi.”

Bugün merhamet, adalet ve muhabbet sahibi bir çok vatan evladı:

“ Gitmem lazım, bir şeyler yapmam lazım,

Mazlumların yarasını sarmam lazım,

Zalimlerin hesabını görmem lazım. “ 

Diyen vicdan sahibi, karakter abidesi gençlerimiz var.

Çanakkale’de yaralıları tedavi eden doktor yavrusunu da onların içinde görünce tanıyamaz. Eli yüzü yara bere içindedir fakat hasta olan asker “babam” der ama; tedaviye cevap veremeyecek durumda olanları alıp ağacın altına bırakıyorlardı. İnsanın yapacağı bir şey yok, işleri Allah’a kalanlardı onlar. Bulduğu ilk fırsatta yaralı olanların içinde oğlunun şehit bedenini görür. Dudaklarından şu acı sözler dökülür:

  “Anasız mı kaldın kuzum?

 Yüreğimden çıkmaz sızın,

 Kanar kalbim akar gözüm,

Size benim sözüm dağlar. “

Çanakkale’de iki yüz elli bin şehit, iki yüz elli bin gazi var. 15 Temmuz’da da iki yüz elli şehit, iki bin beş yüz gazi var. Elbette hepisinden çıkarılması gereken çok dersler var. İşte o nedenle diyoruz ki, yazarlar yazmalı, şairler haykırmalı; geçmişi, günü ve geleceği yakın kılmalı. Çünkü Mehmet Emin Yurdakul:”

Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et

Çünkü şairleri haykırmayan bir millet,

Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir. 

Zaman ona kan damlayan dişlerini gösterir,

Bu zavallı sürü için ne merhamet, ne hukuk;

Yalnız bir sert bakışlı göz, yalnız ağır bir yumruk!..” Bize büyük bir gerçeği anlatıyor.     

 Geçmişten geleceğe kültürümüzü, benliğimizi ve kimliğimizi yazılı veya sözlü mirasımızla aktarabiliriz. Yazmazsak, söylemezsek kim bizi nereden bilecek. Yurdumuzu, yuvamızı korumak için şehitler ve gaziler veriyoruz. Yazımı yeni evli bir şehidin on aylık bebeği için genç hanımına miras bıraktığı nasihatıyla bitirmek istiyorum:

“Bundan böyle boş kalan yastığıma

On aylık bebeğim koysun başını

Adından önce öğretmelisin ona

O Muhteşem İstiklal Marşını”

Her ne kadar, “ Hafıza-i beşer nisyan ile maluldur” denilmiş ise de, insan hafızasının her şeyi unutmayacağını biliriz. Çünkü unutulmayacak şeyler vardır, onlar beyinlere ve gönüllere çivi gibi çakılır. Bu günümüzün dünden, yarınımızın bu günden daha güzel olması dilek ve duasıyla.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —