“İnsanoğlu nankördür, hiç doymaz ve elindeki ile şükretmesini bilmez.” Bu cümle ve benzerlerini sık sık duyarız. Ama duyarsız olduğumuz içinde bize çok fazla etki etmez bir iz bırakmaz ve halimizi gözden geçirip aslında şükredeceğimiz çok şeye sahip olduğunu görmeyiz.
Anne ve babama ve aileme her aklıma geldiğinde dua ederim ki bizi böyle yetiştirdiği için. Allah’a şükrederim ki böyle bir ortamda dünyaya gelip yetiştiğim için. Zaman zaman bahsederim gerçekten ortalamanın altında geliri olan ve altı çocuklu bir ailenin en büyük çocuğu olarak dünyaya geldim. Çocukluğumuz ve gençliğimiz çok zorluklar altında geçti. Rahmetli babamın da standart bir geliri yoktu. Bilek gücü ve az da olsa fındık geliri ile bir yıl boyu ailesini kimseye muhtaç etmeden geçindirmeye çalışırdı.
O şartlar altında dahi çevremizdeki daha fakir insanları düşünür biz çocuklar da dâhil olmak üzere kıt imkânlarımızla onlara yardım etmeye çalışırdık. Ahırımızda hayvanlarımız vardı. Rahmetli annem süt olunca süt ve yoğurt, yumurta olunca yumurtalardan komşularımıza karşılık beklemeden verirdi. Bizlerde annemizin elimize tutuşturduğu bu komşuluk hakkını komşularımızın kapısına kadar götürürdük.
Bu bende bir alışkanlık haline geldi maaşla geçinen bir aile olmamıza rağmen her zaman yardım etmek konusunda gayretli olmaya özen gösterdim. Bu bazen “yarım elma, gönül alma” şeklinde oldu. Dersine gittiğim öğrencilerime de bunu aşılamaya çaba gösterdim ve onların ihtiyaç sahiplerine duyarsız kalmamalarını sağlamaya ve yardıma teşvik ettim.
Özellikle çocuklar büyüyüp meslek sahibi olup ve yuvalarını kurduktan sonra iki emekli hanımla ben de çevremizde yardıma muhtaç ailelere yardım konusunda daha fazla duyarlı olup gücümüz yettiğince daha fazla yardım yapmaya çabaladık ve çabalıyoruz. Buna sağ olsun çocuklarımızın katkısı da azımsanamayacak kadar oluyor ve her ay 5-6 aileye katkı sunmaya çalışıyoruz.
Bir hafta önce bu ailelerden Suriye Türkmenlerinden üç çocuklu bir aile yakacaklarının olmadığını ve evlerinde de hiç bir şeylerinin olmadığını ve gelip görmemizi istemeleri üzerine evi ziyarete gittik. Daha öncede davet ettikleri halde pek önemsememiş ve yardımlara da devam etmiştik.
Durumu anlatmama kelimeler kifayetsiz kalır. O gün sobalarını okula giden iki kızlarının bulup getirdiği buzdolabı kutusu ile yakmışlar ve ısınmaya çalışıyorlar. Yerlere Cuma günleri cami dışına serilen naylon hasırlar örtmüşler. Sünger minderleri yatak olarak kullanıyorlar, kırlentleri yastık yapmışlar ve en adisinden iki-üç battaniyeyi de yorgan olarak kullanıyorlar.
Elektrikli ev aletlerinden hiç yok. Allah’tan giyecek ve yiyecek konusunda fazlasıyla destek olduğumuz için onlar yeterli gibi duruyor. Banyo, tuvalet damlıyor, sağlık şartlarına hiç uymuyor. Fakat hala yapılanlara teşekkür ve Allah’a da şükrediyorlar. Bizde olmayan yok her şeyimiz tamam ama biz de her gün sitem ve isyan ediyoruz.
Bu durumu görünce ne kadar çok şeyimizin olduğunu anlıyoruz ama yine de halimizden memnun değiliz. Ne kadar nankörleşmişiz de haberimiz yok.
Hemen harekete geçtik ilk olarak yapabileceklerimiz yaptık, yakacak temin ettik, yatak yorgan halı, fırın ve elektrikli süpürge eksiklerini giderdik. Buzdolabı ve çamaşır makinesi içinde kaynak oluşturduk ve en kısa zamanda temin edilecek.
Tabi bunları yaparken aklıma daha önce de paylaştığım bir Diş Doktoru kardeşimizin paylaşımı aklıma geldi ve yazımın sonuna onu da eklemeyi uygun buldum. Siz okumaz, dert etmezsiniz ama yine de belki birkaç kişi okur, dertlenir ve çevresinde böyle insanlar var mı araştırır ve kendi çapında yaralarına merhem olur diye kaleme aldım. Benden bu kadar gerisi sizin bileceğiniz şey!
İşte size alıntımız;
“Henüz muayenehaneme gitmemiştim. Evimin kapısı çalındı. Açtım kapıyı.
- Yırtık pırtık ceket ve palto giymiş iki çocuk;
"Eski gazeteniz var mı abi?" Dediler.
Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim ama ayaklarına gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandaletler vardı ve ayakları su içindeydi. "İçeri girin de, size çay yapayım" dedim. Çayı büyük fincanlara koyup verdim. Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı. "Ayakkabılarınızı ayakkabılığa bırakın ama" dedim.
Çayın yanında reçel, ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtırım minikleri diye. Onlar kalorifer peteğinin yanında karınlarını doyururken ben de yarıda bıraktığım işlerimi yapmaya koyuldum, fakat oturma odasındaki sessizlik dikkatimi çekti. Bir an başımı uzattım içeriye. Küçük oğlan elindeki boş fincana bakıyordu.
Büyük oğlan bana döndü; "Abi, siz zengin misiniz?" diye sordu.
Zengin mi?
"Yo hayır!" diye yanıtlarken, çocuğun ayağındaki eski terlikleri düşündüm. Küçük oğlan elindeki fincanı tabağına dikkatle yerleştirdi ve "Sizin fincanlarınız, fincan tabaklarınız takım" dedi. Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu.
Sonra gazetelerini alıp çıktılar soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi ama buna gerek yoktu ki. Teşekkür etmekten daha öte bir şey yapmışlardı.
Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı. Patateslerin tadına baktım, sıcacıktı patatesler. Başımızı sokacak bir evimiz vardı.
Bir eşim vardı, bir işim vardı, güzel giyimli çocuklarım vardı, okullarına servisle giden.... Bunlar da fincanlarım ve fincan tabaklarımdı ve her şey bir uyum içindeydi. Sandalyeleri masanın önünden kaldırıp, yerlerine yerleştirdim. Çocukların sandaletlerinin çamur izleri, halının üzerindeydi halâ. Silmedim ve hanıma da bir "müddet silme ayak izlerini silmeyelim" dedim. Olur ya, unutuveririm ne denli zengin olduğumuzu...
Rabbim, fakirin halinden anlayan, kendi haline hamd eden bir kul olarak katına kabul eylesin cümlemizi inşallah kardeşlerim.”