Bugün, 23 Nisan 2024 Salı

Mehmet Ali AYDIN


HATIRALAR HATIRLANDIKÇA-45

HATIRALAR HATIRLANDIKÇA-45


DÜŞTÜK GOTANA YOLLARINA

Artık Alucra maceramızın sonuna gelmiştik. Üç yılımız dolunca 1986 yılı yazı tayin dönemi için tayinimizi istedik. Biz öğretmenler için o dönemlerde norm kadro sıkıntısı olmadığı için tayin konusunda sıkıntı yoktu ama nereye verileceğimiz konusunda sıkıntılar olabiliyordu. Siz merkez umuyorsunuz ama köyler çıkabiliyordu. Ya Allah ya kısmet! Tayinimiz istedik. Tercih olarak Ordu merkezi istemiştim. Fakat çıka çıka Derinçay Ortaokulu Sosyal Bilgiler Öğretmeni olarak merkeze en uzak köylerden biri olan köye tayinimiz çıktı.

Ordu’yu bilmediğimiz için, harita üzerinden baktığınızda yakın bir köy gibi görünüyor ama manzara hiçte öyle değil. Bunu gidince öğreniyorsunuz. Yapacak bir şey yok. Gideceğiz, sonra bir çaresine bakarız diyorum. Eşimde tayin isteyeceği için olmazsa hangimiz il içinde iyi bir yere düşerse eş durumundan tayin seçeneğimizi kullanırız hesabı yapıyoruz.

Önce benim tayin onayım geldi. Alucra’dan ilişiğimi kestim, mehil müddetini kullandım. Okullar yaz tatilinde olduğu için ağustos ayı içinde göreve başlamak üzere yeni görev yerime gitmem gerekiyordu. Henüz ev tutmamış, eşyalarımız da getirmemiştik. Ben Alucra’ya tayin olunca kayınpederde haliyle Alucra’dan tayin istemiş, bir süre Tirebolu’da görev yaptıktan sonra Ordu’ya tayin istemiş ve Ulubey Merkez Camiine imam-hatip olarak tayin olmuştu. Yani Ordu merkezde olmasa da Ulubey’de bir evimiz vardı.

Nihayet yerli tabiri ile Gotana’ya gidip göreve başlama zamanımız gelmişti. Nasıl gideceğiz, hangi dolmuşa bineceğiz, araçlar saat kaçta kalkıyor öğrendikten sonra bir pazartesi sabahı sıcak bir ağustos gününde O zamanlar Yenimahalle’de bir sokak arasında bulunan yazıhaneden kalkan Çambaşı minibüsüne bindik. Yolculuğumuz Turnalık yaylasına kadar minibüsle, sonra da oradan yaya olarak Derinçay’a (Gotana) kadar yaya olarak devam edecek. Genç nesil o günkü şartları bilmediği için anlatacaklarım onlara belki de masal gelecektir. Fakat gerçeğin ta kendisi.

Yaklaşık iki, bilemedin üç saat süren bir zorlu yolculuktan sonra Turnalığa vasıl olduk. O zamanlar araçlar böyle moderne değil, klima yok, minibüslerde ön cam hariç arka camlar açılmıyor. Açsanız bile içeriye dolan tozlar yüzünden göz gözü görmüyor. Kapalı tutsanız sıcaktan bunalıyor, ter kokusu ciğerinize işliyordu. Yollar derseniz hak getire. Askerliğini yapanlar iyi bilir, avcı boy çukurları vardır, yollarda maşallah avcı boy çukurlarından geçilmiyor. Uçak yolculuğu gibi bazen hava boşluğuna düşüyorsunuz. İster istemez bütün vücudunuz yol boyunca ağır bir antrenman yapmış gibi hurdaya dönüyorsunuz.

Allah’a şükür Turnalık yaylasına kazasız, belasız ulaşıyoruz. Burdan köye nasıl gideceğimizi ilk rastladığımız vatandaşa soruyoruz. Soruyoruz diyorum; çünkü yanımda küçük kayın biraderim Adem’de var. İlk yolculuğa birlikte çıktık. Benimle birlikte bu zorlu yolculuğa o da katlanmak zorunda kaldı. Soruyu sorduğum vatandaş bana soru ile karşılık verdi:

-Derinçay’da ne yapacaksınız? Bende:

-Oradaki Ortaokula öğretmen olarak tayin olduğumu ve göreve başlayacağımı. Söylüyorum.

Bu defa tekrar bana, bu mevsimde köyde kimsenin olmadığını, herkesin Turnalık ya da Çambaşı’nda yaylada olduğunu söylüyor ve ekliyordu okulda da kimsenin olmayabileceğini belirtiyordu. Sonra da köy muhtarının olduğu yeri tarif ederek muhtarla görüşmemin yararlı olacağını belirtti. Dediği gibi yaptık, kahvehaneye gittim, sora sora muhtarı bulduk tanıştık ve durumu kendisine anlattım. Muhtar:

-Hocam şu an köyde yaz mevsimi dolayısıyla kimse yoktur. Hatta okul müdürü Süleyman Kırali bile memleketinde. Yaz boyu Trabzon’da kalır okulun açılma zamanı gelir. Boşuna köye yorulma bu sıcak günde. Ben sana müdür beyin telefonunu vereyim, onunla iletişim kurarsınız sonra da gerekeni yaparsınız. İstersen ben sizi misafir edeyim ama burada boşuna beklersiniz. Dedi.

İlk teşebbüsümüzde yapacak bir şey kalmamıştı. Telefon numarasını aldık. Telefon numarası deyince şimdi zamanın insanları cep telefonu falan anlarlar. O zamanlar cep telefonu yoktu, hatta çoğu evlerde bile telefon yoktu. Bizde Süleyman Bey’in ev telefonunu aldım ve döndük. Telefon deyince o da kolay kolay alınabilecek bir konfor değil hani.

Çabuk almak istiyorsanız, acele kaydı ile başvuracak ve yüklü bir miktar da para yatıracaksınız o da en erken altı ayda bağlanıyor. Normali tercih ederseniz oturduğunuz mahalleye göre iki-üç yıl beklemek zorunda kalabiliyordunuz. O zamanlar telefon almak ne büyük bir işti, bilen bilir. Bilmeyene ne anlatırsan anlat, koyunun kaval dinlemesi gibi dinleyip geçer. Yetmişli yıllarda bu bile mümkün olmuyor, santrallerin yetersiz olduğu söyleniyor ve telefon alamıyordunuz.

Şehir içi konuşacaksanız evde telefonunuz varsa Postaneye kayıt olacak ve postanenin size karşı tarafı bağlamasını bekleyecektiniz. Evinizde telefon yoksa postaneye gidip, santral memuruna numaranızı yazdıracak sıraya girecek ve sıranın size gelmesini bekleyecektiniz. Santral memuru arkadaşınızsa size biraz torpil geçer acele bağlanmasını isteyenlerden sonra sizi bağlamaya çalışır bu da sizin ortalama iki ya da üç saatinize mal olurdu. Sonra sıranız gelir karşı tarafla konuşmaya başlarsınız ya hat kesilir ya da cızırtıdan meramınızı anlatamadan konuşmanız biterdi.

Kimilerine şaka gibi gelebilir ama biz bütün bunları yaşadık. Yeni nesile de buradan hatırlatmakta fayda var; bu kafayla gidersek bu günleri arar ve yine o günlere döneriz.