Bugün, 2 Mayıs 2024 Perşembe

Mehmet Ali AYDIN


HATIRALAR HATIRLANDIKÇA-54

BİZİM ZAMANIMIZIN OYUNLARI-2


Bir önceki yazımda bizim zamanımızda oynanan oyunların bazılarından örnekler vermiştim. Bizim çocukluğumun oyunları ile zamane bebelerinin oyunları karşılaştırmak abesle iştigal sayılır. Şimdiki bebeler hazır oyun ve oyuncaklarla oynarken biz kendi oyuncaklarımızı kendimiz yapar, kendimiz oynardık. Böylece hem kafamızı hem de elimizi çalıştırırdık.

Bizim yaylada yüzme havuzu yoktu. O zamanlar belki de Türkiye’de birkaç ilde vardır. Yüzme havuzu yoktur derken işin espri tarafındayım. Cenik dediğimiz esas yerleşme yerimiz olan köyümüz Aksu çayının kıyısında olduğu için yazları serinlemek için derin gölleri olan bu çayda yüzerdik. Fakat yaylaya göçtüğümüz zaman yaylada yüzebileceğimiz göller yoktu. Çağman deresi, Köy yeri deresi bizim yaylanın hemen yanı başında akardı ama küçük derelerdi ve yüzmeye elverişli göller yoktu. Biz de bu derelerin önüne set çekerek suni göller yapar ve yaklaşık 60-70 santim derinlik oluşturur buralarda hem serinler hem de yüzme zevkimizi gerçekleştirirdik.

Derenin müsait yerlerinde derenin önüne taşıyabildiğimiz büyüklükteki taşları taşır, bunlarla derenin önüne dışbükey bir duvar örerdik. Sonrada duvarın aralarındaki delikleri çayırlardan kazma ile çıkardığımız büyük çimen kütleleri ile sıvar ve suyun önünü keserdik. Bizim setin arkasında birken su küçük bir göl olur bizde orada yüzerek serinlerdik. Bazen aramızda niza çıkınca iki ayrı ekip iki yapay göl yapar herkes kendi gölünde yüzerdi. Fakat göllerimiz çoğu zaman bizim yüzerken çıkardığımız dalgalar nedeniyle çok fazla dayanmaz, duvar yıkılır ve sular çekilirdi.

Bizim bir başka oyunumuz da gobça (düğme) oyunu idi. Belli bir mesafeye gobçalar dikilir ve gobçalar belli bir mesafede çizilen çizgiden bozuk paralarla atış yapılır ve her kişinin diktiği gobçalar vardı. İlk atış kura ile belirlenir ve atışı yapan isabet kaydedip gobçalardan birini deviremezse sıra ikinciye gelir, o da isabet kaydedip deviremezse sıra üçüncüye gelirdi. Böylece kaç kişi varsa atışını yapardı. İlk atışlardan sonra ikinci atışlara geçilir ve isabet kaydeden vurup devirdiği gobçayı alırdı. Oyun dikili gobçalar devrilene kadar devam ederdi. En fazla gobça deviren karlı çıkar ve herkes devirdiği gobçayı alırdı ve oyun böyle devam ederdi. Taki birilerinin elindeki bütün gobçalar tükeninceye kadar.

Ayrıca gobçaların büyüklüğüne göre değerleri vardı. En büyüğü paltoların gobçaları idi ve bunlar altılıktı, ceket düğmeleri biraz daha küçük olduğu dörtlük, gömlek düğmeleri de ikilik değerinde idi. Bu işte mahir sayılırdım ve oyunlardan kazandığım düğmeleri büyüklüklerine göre ipe dizer, millete de hava atardım. Hatta bir defasında ismin vermeyeceğim ve halen köyümüzde yaşayan bizim yaştaşımız bir arkadaşımın elindeki düğmeleri aldığım gibi elbisesinde de ne kadar düğmesi varsa almıştım ve eve yaka bağır açık gitmek zorunda kalmıştı.

Bizim çocukluğumuzda Kent sakızları vardı ve bunların ambalajından artist resimleri çıkardı, çikolatalarda da bu resimlerden vardı. Bunların arka yüzünde de sayılar vardı, bunlarla da alt mı üst mü oynardık ve alt ya da üst dediğimizde kimin söylediği tarafın sayısı büyük çıkarsa o kazanır ve kaç kart söyledi ise rakibinde o kadar resimli kart alırdı. Kartı bitene de tanesi bir kuruştan satardık. Sonra onunla oynar bir daha kazanırdık. Bu kart satışlarından da epey sermaye biriktirmiştim. Bir gün kartlarını ve paralarını üttüğüm çocuklar beni anneme şikâyet edince ben de bütün kartları yaktım ve böylece bu oyuna da son vermiştim.

Çocukluğumuzun oyunlarında diğer ikisi de bildirbir ve uzun eşek oyunu idi ve takım halinde oynanır, bir takım ebe olur diğer takımda onların üzerinden atlardık, taki birimiz yanıncaya kadar, yanınca yanan takım ebe olurdu. Uzun eşek oyununda rakip takımın en önünde biri ayakta durur diğerleri ise belden eğilerek uzun bir köprü kurarlardı. Diğer takımda ne kadar eleman varda en güçlü şekilde yerdeki arkadaşlarının sırtına atlayarak biner ve onların kurduğu köprüyü yıkmaya çalışırdı. Eğer bütün elemanlar yerdekilerin üzerine atlar ve onların kurduğu köprüyü yıkamazlarsa bu defa onlar köprü kurar, diğerleri onların üzerine aynı şekilde atlayarak yıkmaya çalışırdı ve oyun bu şekilde devam edip giderdi.

Bizim oynadığımız ama artık tarihe karışan, lunaparklarda ise daha farklı versiyonlarda modern hale getirilen “çıkrık dönme” oyunu idi. 8-10 metre uzunluğundaki düzgün bir ladin ağacı çok kalınları tercih edilmezdi. Denge noktasına kahve fincanı derinliğinde bir oyuk açılır, yere de 1,5 metre civarında kalın bir kazık sağlamca çakılırdı. Yere çakılan kazığın tepesi de ağacın gövdesine açılan çukura uygun olacak şekilde inceltilir ve tepesi düzgün yapılırdı. Sonra o oyuğun içine tereyağı ve odun kömürü konur, kazığın tepesine oturtulurdu. Yatay olarak dengede olan ağacın her iki tarafına iki farklı takım geçer ve ortası oyulan ağacı üzerine oturtulduğu kazığın etrafında döndürürdük. Tereyağ ve kömür döndükçe kulak tırmalayıcı bir ses çıkarırdı ve biz de bu oyundan büyük bir zevke alırdık.

Bütün bu oyunları oynamanın yanında yaylada bize verilen görevleri de kendi çapımıza göre en iyi şekilde yapardık. Aksi durumda akşam anne ve babalarımızdan dayak yemek de vardı. Genelde ormandan kuru kök ve dallardan yaptığımız odunları taşır, hayvanları otlatmak için otlar biçildikten sonra iç yan dediğimiz komşumuz Uzundere köyünden tanıdıklarımızın otlaklarına hayvan gütmeye giderdik. Sabah erkenden hayvanları otlağa götürür, akşam namazı yakınları eve getirirdik. Sabah giderken bize bir şişe dolusu ayran, yanında da mısır ekmeği azık olarak verilir ve akşama kadar onunla idare ederdik.

İşin doğrusu çocukluğumuzu çocuklar gibi yaşardık. Hayatla mücadele etmeyi bu oyunlar ve yaptığımız işlerle o yaşlarda öğrenmiş olurduk.