Bugün, 20 Nisan 2024 Cumartesi

Murat HEKİM


İTİMAT EHLİ OLMAK


Her işin en iyisini Allah bilir. Kaldı ki, bizlerde  ne yaptığımızı  ve yapmadığımızı çok  iyi biliriz.Nihayetinde, iki şeyden asla kaçamayız. Birincisi kendimizden, ikincisi de ölümden.

Evet! Şunca yıllık yürüyüşün ardından geldiğimiz yer burasıdır. Bu anlamda  sadece inandım demek ve inançlı olmak yetmiyor. Bunların ötesinde  inandırıcı da olmak zorundayız. Kısacası itimat ehli olmalıyız ve herkes bize güvenmeli. Yani dünyada yaratılmış her nesneye güven vermek durumundayız. Şekeri tatmamış bile olsak, şekerin adını bilmek ve  şekerin  tadını algılamak gerekir.

Şu kısacık yaşamımda şunu anlamış bulunuyorum. Yaşamımızdaki asıl mesele, bir davaya sahip olmak değil, bir davaya ait olmaktır. Yo yo,  kelime oyunu yapmıyorum. Biri ev sahibi, diğeri misafir gibi davranır. Tam da burada şunu hatırlatalım.

Mesela  kiraz deyince aklımıza öncelikle ağaç mı geliyor, yoksa meyve mi? Ev sahibi gibi davrananlar için de bu düşünce geçerli!  Hak iddia ediyor ve başkalarını çok kolay yargılıyoruz. Burada esas mesele, vefa rampasını  hiç şikayet etmeden çıkmaktır. Sırtımızda ne olursa olsun. Bize iyiliği dokunanlara vefa, millete vefa, memlekete vefa, milli ve manevi değerlere vefa.

Kaldı ki,  minnet ağır bir yüktür, herkes o yükü sırtlanamaz ve taşıyamaz. O yükü taşıyanı severiz ve taşıyamayanı anlayışla karşılarız. Atalarımız, 'bin bilsen de bir bilene danış' demişler ya? İşte o mesele. 

Herkesin bildiği gerçek, aklın akıldan üstün olduğudur. Hayata buradan devam edersek, karşımıza çıkacak realite,  kalbin kalpten derin olduğu hususudur. Hal böyle iken, hakikatli bir emekten, halis bir niyetten ve salih bir amelden doğan başka bir  bereket olabilir mi? Peki biz  bu bereketin neresindeyiz? Ben neresindeyim?

Evet, biz ne yapıyoruz? Birbirimizi üzmekle, yormakla, yıpratmakla, yıkmakla meşgul oluyoruz. Zaten düşmanın da yapmaya çalıştığı şey bu değil mi? İnsanların kusurlarını bulmak için iz sürmek, kimseyi iyi bir yere götürmez.

Biz,  bir  insanda  olmaması  gereken  boş  emellerin  ardından  koşuyor,  bireysel ve  kurumsal reklam yapmaya çalışıyoruz. Bu anlamda manevi bir mekanda yazılı olan  “Hakk’ın lütfu, halkın yardımı, Abdullah'ın emeğiyle oldu bu şadırvan.”  sözlerindeki,  Hakkı ve halkı görmezden gelip, önyargılı davranmak suretiyle  Abdullah’ı yani ‘ben’i ön plana çıkarmaya  çaba gösteriyoruz.

Halbuki, Abdullah, Allah'ın kulu demektir. Yani Hak, halk ve kul. Peki benlik bunun neresinde? Ama biz hala şu müzmin hastalıktan kurtulamıyoruz.  Yıllardır en küçüğünden en büyüğüne kadar dilimizden düşmeyen  hep aynı kelime, “Ben.”

Özetle ifade etmek gerekirse biz,  gidişatın bir parçası olarak, artık eserler değil, maketler üretmeye çalışıyoruz. Mesela, çeşme, saat kulesi, şadırvan, mescit  vs. İddialarımız  işte bu maketlere benziyor. İçine girme imkanımız yok ki,  o maketlerin içini dolduralım. Velhasıl  halis bir  niyet, salih bir amel ve hayırlı bir emek konusunu, samimi bir şekilde yeniden düşünmemiz gerekiyor.