Bugün, 28 Nisan 2024 Pazar

Muzaffer GÜNAY (AŞK HİKAYELERİ)


ÖĞRETMENDİR BENİM YÂRİM (8)

UNUTULMAZ AŞK HİKAYELERİ


             Evin önüne indim. Annemin suratı bir karış:

            “Oğlum, komşunun kızı ile ne konuştun bakim?” diye sordu, bu güne kadar hiç muhatap  olmadığım sert bir ses tonuyla. Dilim damağıma yapışmış gibi “Hiç” diyebildim.

            Ellerini beline veren anacığım daha bir öfkelenmişti:

            “Ayıp çok ayıp. Ar var , namus var; dost var, düşman var. Ya birileri gördüyse?!  Atmadık iftira, bilinmedik  laf bırakmazlar.”

           Pamuk gibi yumuşak huylu annem, meğer damarına dokunulduğunda arslan kesilirmiş de ben bilmiyormuşum.

           Ellerim cebimde serendinin altına varıp tahta oturağa yığıldım. Doğrusu hiç bu derece mahcup duruma düşmemiştim annemin gözünde. İçimi acayip bir sıkıntı bastı. Koşa koşa kaçmak isteği sarmalına alıverdi beni. Şimdi, şu anda gözüme ilişen  Çeleboğ gölüne atlayıp ölmek istiyordum. Annemin gözünde bitmiş olduktan sonra, yaşamanın gereği de, manası da kalmamıştı.

          Özenle  saklamıştık aşkımızı. Bir Allah, bir de biz… Şimdi, şu anda yaşadıklarım benim adıma önemli bir uyarı idi. Bundan böyle daha dikkatli olmalıydım.  Zeyneb’imi de uyarmalıydım.

                                               **********

          İkindi serinliği  çökeli bir saat kadar olmuştu. Hayvanları önüme katıp yola girdim. Yarım saat sonra eve vardım, hayvanlar kendiliklerinden ahıra girdiler. Babam, emsali olan  komşumuz Cıbır Hasanla oturmuş  laflaşıyorlardı.

         Dükkanyanı’na iniyormuşum gibi evin önünden yola çıktım ve beni göremediklerine emin olduktan sonra, evimizin yola bakan duvarını kendime siper yaparak oturup dinlemeye başladım. İkirciklenmiştim ya, artık her nerede olursa olsun her konuşmanın benimle ilgisi olduğunu düşünmekteydim. Bildiğiniz vehim hali  halbuki.

         Bunu  anlamam için aradan bayağı bir zaman geçmesi gerekiyormuş meğer. Kardeşlerimin hepsi   de annebabamlarda idi. İyi ki de evde yoktular. Başımı dinleyemezdim aksi halde.

            Neyse!.. Ne konuştuklarını net olarak duyuyordum elbette. Babam Zeyneb’i kastederek:

           “İyi ki mualim mektebini (öğretmen okulu) kazanmış Selim Çavuş’un çocuğu, dedi. Adını da unuttum Zinet mi, Zeynep mi; köyden bir tek o kazanmış.. Maşallah, nazar değmesin. Kızcağız hayatını kurtarmış oldu..”

            Cıbır Hasan çatallı sesiyle dedi ki:  “ İyi  olmuş, Allah acımış. Lakin, Selim Çavuş’un gücü ne ki. “

            “ Leyli (yatılı) mektepmiş… Selim Çavuş’a yük olmayacak çocuk..” diye karşılık verdi babam.

            Başıma ansızın bir şey oldu. Bıçak saplanır gibi sanki. Tanımlayamadığım tuhaf düşünceler üşüştü beynime. Kendimi iyi hissetmiyordum. Sevda kuşum uçup gidecekti birkaç hafta sonra. Ne yapardım ben bu durumda?

            Mecalim tükeniyordu. Dükkanyanı’na inmekten vazgeçmişim gibi bir hava verip doğruca eve girdim. Tahta sedire uzandım. Dakkasında uyumuşum. Annemin sesiyle gözlerimi açtım:

            “Ekrem, bu vakitte uyumak iyi gelmez çocuğum. Hadi kalk, tükkandan gaz, kibrit ve bi kilo tuz al da gel!”

            Evden kaçmak için bahane aramaktaydım zaten. Canıma minnet dedim kendi kendime.

            Akşamın köründe indim Dükkanyanı’na. Alacaklarımı alıp beklemeden döndüm. Zaten köy yerinde akşam oldu mu hayat durur. Çoğu hanenin ışığı yatsı vaktinden yarım saat sonra söner.

            Kardeşlerimle paylaştığım küçücük tek pencereli odamızda yatağa girdim erkenden. Çeleboğ ormanlarından gelen çakal ulumaları hiçbir akşam olmadığı kadar rahatsız ediyordu beni. O arada uyumuşum. Rüyamda Zeyneb’i gördüm. Bakacakta hayvan otlatıyormuşuz birlikte. Benden biraz ötede, çift örgülü saçları ile oynarken , kuşağından çıkardığı oyalı mendili bana sallarken, bakışları ise amiyane deyişle yüreğimi hoplatıyor. Başka bir şey kalmamış aklımda o rüyadan, sabah uyandığımda. Zeynep, Zeyneb’im uçup gidecekti bilinmez diyarlara. Ayrılık acısı içme çökmüş, çok fena ediyordu beni. Nasıl yaşardım onsuz? Köy, benim için artık bir açık hava hapishanesi olacaktı. Beraber olduğumuz bahçelerde, tarla ve meralarda ayak izlerini görecek, su içtiği küçük taş oluklu çeşmenin şırıltısı  bir firak nağmesi halinde iç dünyamı hallaç pamuğu gibi savuracaktı. Bunca acıya nasıl direnç gösterecektim?

            (devamı gelecek sayıda)