Bugün, 2 Mayıs 2024 Perşembe

Arzu ŞENEL


PORTAKALLI KEK

PORTAKALLI KEK


Mis gibi portakallı kek kokusu yayıldı tripleks villanın son teknoloji ile donatılmış mutfağına.

Çay makinesinden fincanını doldurdu kadın, bahçe manzaralı salonuna geçti, bilmem kaç parçalı takımın zarif tabağına bir dilim kek alarak.

Birkaç gün önce yenilediği telefonu ile sosyal medyada paylaşmak için fotoğraf çekmeye başladı.

O açıdan çekti beğenmedi, bu açıdan çekti beğenmedi.

Kalktı çekti, oturdu çekti, bir türlü olmadı.

En sonunda sinirlendi. Öfkeyle bir yudum çekti buz tutmuş çayından.

Ne kokusunu duymuştu portakalların-çayın, ne de bahçede cıvıldaşan kuşların…

Diğer odadan bir hizmetli geldi “Camlar bitti ütüye başlıyorum” dedi.

Mutfakta akşam yemeği hazırlıklarına koyulmuştu bir başka hizmetli.

Eşi aradı “Sipariş verdiğin bileklik gelmiş akşam uğrar alırım kuyumcudan.” dedi.

Yüzünde belli belirsiz bir memnuniyet çizgisi görünüp kayboldu.

O kadar çok iç sesiyle meşguldü ki uzaklardan gelen ezan sesini de duymadı.

Mutsuzdu.

Varlığının kölesi olmuş pek çok insan gibi…

Biraz hikâye tadı vermiş olabilirim ama o kadar çok hâlinden hoşnut olmayan kadın tanıyorum ki..

O sosyal medyada “Keyifli hissediyor” “Mutluluktan uçtuğunu hissediyor” diye paylaşım yapanlar bile mutsuzluktan geberiyor!

Dedim ya varlığının kölesi diye.

Bugüne kadar yokluk içinde olup mutsuz olana pek rastlamadım.

Tam aksine kısıtlı imkânları içinde, hâlinden hoşnut nice insanla kesişti yolum.

Oniki nüfuslu dokuz çocuklu göçmen aile de bunlardan biri.

Mahallemize ilk geldikleri zamanlardı, konu komşu eş dost bir şeyler toparlayıp götürdük ev ürkütecek kadar soğuk ve boştu.

Poşetlerden birinden çay alıp hemen demlediler gülen gözlerle.

Tarçınlı çayla ve savaşın canlı izlerini taşıyan yüzlerle tanışıklığım o gün başladı.

Şarapnel parçaları birinin yüzünü soldurmuştu ağır yara izleriyle, bir diğerinin kulağı artık işitmiyordu ve hepsinin en sevdikleri ölmüştü savaşta.

Onlar günlerce süren korku dolu yolculukla gelmişlerdi buraya.

Sayamadığım kadar çok travmatik hayat öyküleri vardı.

Fakat bunca yaşananlara rağmen öylesine güçlülerdi ki hayranlıkla izliyordum hepsini.

Hâlâ tarçınlı çayın kokusunu çekiyorlardı içlerine.

Bomba yağdıran demir kuşların yerine artık özgürce kanat çırpan kuşları seyretmenin mutluluğunu yaşıyorlardı.

Yaşama sevinçlerini de hayallerini de kaybetmemişlerdi.

Sanıyorum sahibi olduğumuzu sandığımız her varlık/nimet bizi esir alıyor ve hayal kurmaktan hatta gerçeklikten alıkoyuyor.

Rehavete, atalete sürüklüyor…

Bakmadığı gökyüzüne ne kadar ait olabilir ki insan?

Can kulağıyla dinlemediği ezanla, huzur bulmak için değil de çabucak yerine getirip kurtulması gereken bir vazifeymiş gibi kıldığı namazla nasıl dirilebilir ki?

Ömrünce hiç susmayan ama Rabbiyle konuşup muhabbet kurmayan insan yaşamışlardan sayılır mı ki?

 

Ve hayat portakallı kekin o müthiş rayihasını ıskalayacak kadar uzun mu sahi?

Bilemiyorum nasıl bir ruh hâli ile okudunuz yazıyı.

Umarım hepinizin mutfağından bu hafta sonu portakallı kek kokusu yayılır.

Göğe bakıp çayınızı yudumlarken, hayatın keşmekeşi içinde ıskaladıklarınızı ve sahip olduklarınızı düşünürsünüz uzun uzun acele etmeden.

Göğünüzden kanat çırpan kuşlar olsun her daim..

Sürc-i lisan etti isek affola.

Kalın sağlıcakla…