Bugün, 16 Nisan 2024 Salı

Arzu ŞENEL


SİZİN GÖKKUBENİZ NE RENK?

SİZİN GÖKKUBENİZ NE RENK?


İnsan alışan bir varlık.

Alıştığına, âşina olduğuna bakmaktan, duymaktan ve değer vermekten vazgeçen…

Bir anlamda sahiplenmek belki.

Hastalıklı aidiyet diyorum ben buna. Zira hiçbir şeye gerçekte sahip değiliz…

Hoş bize ait hissediyor olsak bile daha çok bakmamız, daha iyi duymamız ve içselleştirmemiz gerekmez mi?

Ama bunun için önce kendimizi seviyor ver değer veriyor olmamız gerek ki bu bugünkü yazımızın konusu değil… (Buraya bir tebessüm bırakalım)

 

            Neden bahsediyorum; griye boyanmış gökyüzünden, yağmurdan, çiçeklerden, katmer katmer açılan güllerin kırmızısından, ezan sesinden, bir güzelin gamzesinden, anne/baba duasından, çayın deminden, kitabın kokusundan, sabahın seherinden, güneşin doğuşundan, iyot kokusu ve martı seslerinden ve zamanın akışına kapılıp giden ne varsa artık âşina olduğumuz…

 

En son ne zaman gökyüzünü izlediniz?

Bulutları yahut bir yaz akşamı uzayıp giden samanyolunu…

En son ne zaman yağmurda ıslandınız şemsiyenizi açmadan…

En son ne zaman toprağa baysınız, çimenlere dokundunuz..

En son ne zaman kokusunu çeke çeke, şöyle hissede hissede arada gözlerinizi kapatıp da kitap okudunuz?

En son ne zaman çayın deminde kayboldunuz..

En son ne zaman martılarla konuştunuz..

En son ne zaman anne/babanızın duasını aldınız?

En son ne zaman bir bebeği sevdiniz?

En son ne zaman kendinizle baş başa kaldınız?

En son ne zaman yaşadınız???

 

            Ben uzatmayacağım siz benim yerime kendinize sorular sormaya devam edin lütfen…

Ve “Neden?” diye de ekleyin…

Bütün bu saydıklarımla çok uzun süredir bir aradayız ve cazibesini yitirdi kimilerimizin gözünde.

Öyle ya gökyüzü hep orada, yağmur yağıyor ara sıra, kuşlar ötüyor, çiçekler açıyor..

Kıymetten düşürdüğümüz her şey bizim kıymetimizi düşürüyor aslında.

Görebildiğimiz kadar zenginiz oysa.

Duyabildiğimiz kadar.

Fark edebildiğimiz kadar...

 

            Sadece yiye ve güzele alışmıyoruz maalesef.

Kimimiz acıya, kimimiz hakarete/şiddete, kimimiz derde ve korkuya…

Dayak yiyor kadın, önce canı yanıyor, gururu inciniyor, ağlıyor, hissediyor.

Bir zaman sonra alışıyor ve hissetmekten vazgeçiyor. Sıradanlaşıyor, kabulleniyor.

Bu hastalıklı bir aidiyet oysa.

Bizi inciten hiçbir şey bize ait olamaz, olmamalı…

Nasıl ki masmavi gökyüzü temaşayı hak ediyorsa, biz de en güzel sözlere, en güzeliyle sevilmeye lâyığız..

Sadece kadının değil, güçlünün güçlüyü fiziken ve ruhen ezdiği hiçbir şiddete alışmamalıyız!

 

            Olağanüstü durumlara da çok kolay alışıyoruz. Pandeminin ilk günleri bundan daha az vaka varken daha dikkatli olan, ekmeğini evde pişiren bizler, bugün tanıdığımız her beş kişiden birinin “pozitif” çıkışına pek de aldırış etmeden hâlâ sokaklarda, alışveriş merkezlerinde bir avuç maskenin ardına gizlenip rahatça dolaşabiliyoruz..

Evet insan alışan bir varlık…

Ve alıştığına karşı tepkisizleşen…

 

            Hayat sıradanlığı, boşvermişliği affetmez!

Sevdiklerinizi, bakmayı unuttuğunuz gökyüzünü, kitapların kokusunu, kahvenin tadını çeker alır elinizden…

Lütfen bu yazıyı okuduktan sonra kahve yahut çay hangisini seviyorsanız kokusunu çeke çeke yudumlayarak gökyüzünü izleyin…

Kısa bir yürüyüş yapın, köşe başındaki simitçiye selam verin.

Anne/babanızı arayın, sorun.(Hâlâ bu imkanınız varsa….)

Ve lütfen hayata/insanlara güzel izler bırakın.

Şu gökkubede hoş bir seda bırakmak değil miydi asıl mesele..

Gökkubeye bakmayan nasıl seda bıraksın.

Sizin gökkubeniz ne renk?

 

Sürc-i lisan etti isek affola.

Kalın sağlıcakla…