Yıllar önceki beni, bizi özledim… Davaya olan sadakatimizi, samimiyetimizi, derdimizi, birliğimizi özledim… İslamcılar olarak bir araya gelir, muhasebe ve müzakereler yapardık… Bir araya geldiğimizde mutlaka cemaat namazları kılar, baş köşeye Kur’an’ı misafir ederdik… Bir iki şaka, gırgır şamatadan sonra ciddi konulara girerdik… Kazandıklarımızı ve kaybettiklerimizi konuşur, daha iyi bir gelecek için tartışmalar gerçekleştirirdik…
Birbirimize ayna olur, aynı olur, gayrılıktan uzak dururduk… Bize dava bilinci aşılayan ezgiler dinler, iyilik planları yapar, bir araya geldiğimizde birbirimize ruh aşılardık… Davamıza nefer kazandırmak için çalışır, zafer sevdasıyla yaşar, mücahid ruhuyla koşardık… Komşu çocukları ile mahalle ortasında top oynar, sonra camiye gider, evlerde muhabbeti koyulaştırır, birbirimizin derdine derman olmaya çalışırdık… Bazen kavga eder, sürtüşürdük ama sürtüşmelerimiz basit nedenlere dayandığı için birbirimize sonsuza dek küsmezdik… Bizim düşmanımız belliydi, tevhidi lağveden, tevhide düşmanca tavır takınan her sistem ve ideolojiydi…
Sonra savaşarak elde etmeye çalıştığımız zaferi kucağımıza bıraktılar… Aramıza menfaat pastası koydular… “Pastadan payına düşeni herkes alsın” dediler… Ahirette beklediğimiz ödülün bize dünyada verildiğini düşündük… Mutlu olduk, mesrur olduk… Payımıza düşeni aldık… Sonra onu daha da büyütmek için çalıştık, çırpındık… Öyle ki kardeşlerimizin payına düşene de göz koyduk… Gün geçtikçe aç kurtlara dönüştük…. Birbirimizi yemeye başladık… Aramıza konan pastanın bir fitne bombası olduğunu, bizlere ayrılık ve gayrılık getireceğini bilemedik… Şuur gideren, dert bitiren, kişilik yitiren, kimlik tüketen, dava değiştiren bir pastanın bizlere sunulduğunu akıl edemedik…
Günler geçtikçe geçmişimizi, konuştuklarımızı, asıl dertlerimizi unuttuk… Makam odalarının, lüks ve şatafatın cezbedici güzelliği ve vazgeçilmez özelliğine vurulduk… Lüks arabalara, modern evlere, güzelim eşyalara, para dolu hesaplara, Nemrudu aratmayan zengin kasalara, muteber ve zengin dostlara, şatafatlı ortamlara ve lezzetli yemeklere tutulduk…Hevanın ve batılın dibine, dibine vurduk… Ne yardan ne de serden geçebildik… Ne imkanlarımızı ne de imanımızı bırakabildik… Yaptıklarımıza kılıf uydurmalıydık… “Müslüman en güzeline layıktır” dedik ve gerisini çorap söküğü gibi getirdik… Savrulduk, devrildik, dağıldık, perişan olduk…
Sonuç mu? İflas… Elimizde sahte bir iman ama dolu bir imkân kaldı… Eskiden bize imrenenler bizden tiksinmeye başladı… Duruşumuz gençliği ateizme, deizme itti… Adil duruşumuzu, vakarlı bakışımızı, onurlu geçmişimizi kaybettik…
Değer miydi? Asla… Bir mücadelenin sonu böyle hazin olmamalıydı… Bir dava bu kadar ucuz harcanmamalıydı… Rabbimizden, dinimizden bu denli uzaklaşılmamalıydı… Dünyanın debdebesine bu kadar kanılmamalıydı…
Duymaz mısın 1400 yıllık yoldan gelen ilahi sesi: “Ey insan! Seni, sana karşı oldukça cömert olan rabbine karşı durduran, onu sana unutturan, seni ciddi ciddi nankör kılan nedir?” Ey Müslüman bilmez misin ki tüm güç, tüm varlık, tüm imkân ve en son söz O'nun… O’na dönmek, O’na hesap vermek olacak sonun…
Biz de muhasebemizi iyi yapalım ki, sonu iflas olmasın… Dikkat et! Dünyanın cezbedici yanı bizi bizden, bizi Rabbimizden alıkoymasın.
“Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!”
Merhum Akif gibi haykırmak istiyor insan!
Ne kadar gereksiz,önemsiz ve faydasız işlerle meşgul oluyoruz!
Oysa her geçen dakika yaklaştırıyor bizi, bizim için takdir edilen sürenin sonuna!
Tekrarı yok hayatın.
İman edip Rabbimizin razı olduğu bir hayat yaşamadıkça anlamı yok dünyanın.
Mahşer var; gerçek mahşer.
Sadece yaptıklarımızın karşılığını göreceğimiz mahşer!
Anne babanın çocuklarına, çocukların anne babalarına faydasının olmadığı mahşer.
Herkesin kendi derdine düştüğü mahşer.
Nereden kazanıp nereye harcadığımızın hesabını veremedikçe bir adım bile atamayacağımız mahşer.
“Keşke bir fırsatım daha olsaydı” yakarışlarımızın duyulacağı mahşer. Mahşer var!
Hesap var!
Cennet var!
Cehennem var!
Sonsuz bir hayat var!
Ya cennette, ya cehennemde… “Sûr’a üflendiğinde, bir de bakarsın ki (hemen) mezarlar(ın)dan (kalkarak) Rablerine koşacaklar.
(Müşrikler) “Ah, eyvah, yazık bize! Bizi kabrimizden kim kaldırıp (uyandırdı)? Bu, Rahmân’ın vadettiği (gün)dür; (demek ki) elçiler gerçeği söylemiş!” diyecekler. (Bekledikleri), korkunç bir sesten başka bir şey değildir. Bir de bakarsın ki hepsi (huzurumuzda) hazır kılınmışlardır. (Artık) bugün, kimse haksızlığa uğratılmayacak ve size de yaptıklarınızdan başka karşılık verilmeyecektir.” (Yasin, 51-54)
Mahcup ve mahzun gönüllerle Rabbimize halimizi arzediyoruz:
Sana malum Rabbimiz! Yaralı kalbimizle bayram ettik.
Sen sar yaramızı; biz saramadık.
Sen sahip çık mazlumlara, biz çıkamadık.
Bizi Sensiz;bizi kimsesiz bırakma!
Dualarımızı Gazze’de bedenleri parçalanan çocukların, annelerin âhına kat ve kabul eyle!
Kabul eyle.(Derleme)