İtiraf edemesek de yoğun bir duygusallık içinde idik ve ikimiz de birbirimizin halini bal gibi anlıyorduk. Neden sonra, istem dışı etrafa bakındığımda hayli ilerilerde evlerine dönmekte olan öğrenciler ilişti gözüme.
O ana kadar ne Zeynep ne de ben birbirimize duyduğumuz yakınlıktan hiç söz etmemiştik. Ben yapım gereği çok çekingendim; Zeynep belki benden de içine dönüktü.
Bana bir cesaret gelmişti nasıl olduysa. Vehim mi, gerçek mi olduğunu ayırt edemediğim çalkantılı duygularımı bastırmaya çalışarak, Zeynep’in kaç zamandır benden beklediğine emin olduğum üç kelimelik cümleyi kekelemeden telaffuz edebilmiştim : “Seni çok seviyorum!”
Zeynep’in menekşe gözleri, saniyeler içinde birkaç kez kapandı açıldı, kapandı açıldı. Kendini toparlamaya çalışırken, ölümüne duymak istediğim şu sözlerin muhatabı olmuştum : “ Ben de seni, Ekrem; ben de seni!...” İç dünyamızı kaç zamandan beri kalbura çeviren duygularımızı paylaşmanın paha biçilmez mutluluğu ile nerede ise ayaklarımız yerden kesilivermişti. Esrik duyguların sarmalında evlerimize giden yol ayrımına kadar birlikte yürüdük. Ayrılış anında, gözlerimi gözlerine vererek heyecanımı yenmiş olmanın rahatlığı ile; “Nasıl olsa evlerimiz birbirine çok yakın. Sık sık görüşeceğiz Zeynep’im.” diye fısıldamıştım, gözlerinin içine bakarak. O anda açık kırmızıya çalan elma gibi al al kızarmıştı yanakları. Elini hafif yukarı kaldırıp “mezara kadar seninim!” deyip mutluluk meleği gibi süzüle süzüle evine doğru yürüyüp gitmişti
********************
Köylüyüz ya, hemen sabah erkenden hayvanlarımızı önümüze katar, fındık bahçelerine, meralara yaylıma götürürdük. Kardeşlerimin en büyüğü olmam hasebiyle çobanlık görevi bana düşerdi. İyi ki de davarımız yoktu. Davar çobanlığının çok zor olduğunu yaylacı komşularımızdan dinlemişliğim az değildir. Yüzlerce koyunluk sürüyü, gün doğumundan gün batımına kadar uçsuz bucaksız yayla kırlarında gütmek, kurt saldırılarına karşı teyakkuz halinde olmak-… Bu işler bana göre değildi.
O nedenle, geçmişten bu güne koyunculuk yapmadıkları için gelip geçen ve el’an yaşayan aile büyüklerime yatıp kalkıp dua ederim.
Köyümüzde her hanede hayvan bulunurdu. Az veya çok; büyük ya da küçük baş hayvanı olmayan tek bir hane bile yoktu. Yoksa geçinmenin imkanı olmazdı.
Köyümüzde benimle yaşıt yada birkaç yaş büyük olan abilerle, ablalarla sabahları mümkün olan en erken vakitte hayvanlarımızı önümüze katar, akşama kadar otlatır, gün batımında evlerimizin yolunu tutardık.
Zeyneplerinki ile sınırdaş küçüklü, büyüklü dört adet fındık bahçemiz vardı. Böylece hayvanları otlatırken sık sık görüşme imkanı bulmaktaydık sevda çiçeğimle.
Sesim çok güzeldi. Türkü söylemem için vermiş olmalıydı Yüce Yaradan. Bahçelerde, tarla yüzlerinde doğaçlama olarak/ içimden geldiği gibi seslendirdiğim türkülerin civar bahçe ve tarlalarda dinlendiğini biliyordum ve bu benim türkü çağırma/söyleme/okuma iştahımı daha bir kamçılamaktaydı. Türküler ki, Anadolu insanının duygu dünyasını, sosyal yaşamını, çile ve mutluluklarını sade fakat en sanatlı kıvamda ifade etme formudur bana göre.
*******************
Bir akşam üstü bahçede ot biçiyordum. Haylice de yorulmuştum. Orağı bırakıp oturdum. Bitişik bahçeden bir ses duydum. Hayvanları bir araya toplamak için kalıp cümleler kullanmaktaydı.”Gılabudan, gel sarı kızım gel, nerdeysen gel!”, ya da ”ge biçiim,ge…” Biraz dikkat kesildim; bu ses, Zeynebimin sesiydi. Kendisini görememe rağmen ( Fındık bahçelerinde görüş mesafesi çok dardır. Bu sebeple çok yakın olmadıkça insanlar birbirini göremez.) içimi ısıtan sesinden hemen anlamıştım.
Benim de bahçemizde olduğumu duysun istedim ve verdim türkünün gözüne…
Yüce dağ başına yağan kar idim
Yağdı yağmur, güneş vurdu eridim
Evvel yârin sevdiği ben idim
Şimdi uzaklardan bakan ben oldum.
Keskin yöresine ait bu duygu yüklü türküyü, babamın aldığı delta marka radyodan dinleye dinleye ezberlemiştim. Başka bir türkü çağırmak (diğer yörelerde türkü çığırmak denir) gelmedi içimden. Orağı elime alıp kurumaya duran ince bir fındık dalını dibinden keserek süldür (Daha ziyade çocukların ilgi gösterdiği çelik-çomak oyunu için ince fındık dalından yapılan bir nesne) yapmak için yontmaya başlamıştım ki, sağ tarafımdan bir öksürük sesi çalındı kulağıma. Dönüp baktım, Zeynep’ti. Yanılmamıştım. Koşarcasına yanına vardım. Nazlı bakışları kanımı kaynatmıştı.Sarılıp kucaklama arzusu benliğimi yakıyordu; lakin örf var, töre var, daha önemlisi günah var diye düşündüm.. Hem de gören, mören olur. O filiz çağımda bu kadar ince düşünebildiğime hala hayret ederim. “İçindeki Ekrem’e sahip çık, Ekrem!” Komutunu verdim kendime.
>> devamı gelecek sayıda